Birgün biri deseydi ki dünyanın bir ucunda bir yuva kuracaksın, hayatın, işin, gücün, eşin dostun ve hatta evladın başka bir diyarın toprağında var olacak, esaslı bir kahkaha patlatırdım! Hadi canım oradan!
Üniversiteyi bitirdiğim yıl Avrupa’ya gitme imkanım vardı. Orada yaşamak, okula devam etmek, çalışmak, her ne yapılacaksa işte… Annem çok ısrar etti ama kıyameti kopardım! Hayatta gitmem dedim! Zaten beş sene İzmir’den ayrı kalmışım, gidip Ankara’da, bozkırın bağrında İzmir hayali kurmuşum, gidilir mi hiç? “Tamam” dedi annem, “Ne halin varsa gör, iyilik de yaramıyor…”
Sonra üstünden bir yıl geçti, geçmedi müstakbel eşimle karşılaştırdı hayat beni işyerinde. Olurdu olmazdı, aşktı sevdaydı derken soru geldi: “Benimle gelir misin?” Öyle alelade bir İzmir akşamında, önümde bir kadeh rakı, sağ yanım alabildiğine deniz, sol yanımda sevgilim… “Gelirim” dedim! İki kelimelik bir soru, tek kelimelik bir cevap ve hayatını olduğu gibi değiştirecek bir karar… Alelade bir İzmir akşamında ömürlük üç beş kelime…
Tam 5 sene sonra evli ve nurtopu gibi bir erkek evlat sahibi olarak vurdum varımı yoğumu sırtıma, çekirdek ailemle taşındık dünyanın bir ucuna! Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, vardık yeni yurdumuza; Amerika! Ailemle tatil dışında uzun uzun kalmışlığım yok, Allah’tan dil biliyorum ama kültüründen, aşından, işinden haberim yok. “Amerika yenecem ulan seni!” diye bağırmasam da uçaktan inince, bir bakındım etrafıma ve “Yaparım ya” dedim, “var olabilirim burada”.
Gelgelelim o işler öyle kolay değilmiş. İnsanın yerini yurdunu bırakıp başka yerde kök salmaya çalışması başlı başına bir yeniden doğuşmuş. Ben ki annemden babamdan ayrılmışım, köşedeki bakkal amcadan, karşıdaki restoranın önünü mesken tutmuş kuçu-kuçudan ayrılmışım. Beraber büyüdüğüm dostumdan, en sevdiğim kafenin en sevdiğim masasından, anneannemin mis kokusundan, İzmir’ime baharda düşen ilk yağmurdan, iki kadeh rakı içtim mi en tizine çıktığım şarkılardan ayrılmışım… Çok zormuş, çok ağlamalı, çok özlemeliymiş bu iş… Gurbet zor zanaatmış!
Bir de mutluluk varmış ucunda, huzurlu bir ev, içinde bir minnoş oğul, çok seven bir bey varmış. Yalan yok, bir sürü de rahatlık varmış. Türkiye’de illallah ettiren bir sürü şeyi unutturan bir hayat. Yavaş yavaş, sinsi sinsi kanına giren bir alışkanlık. Yazları Türkiye’de uzun kaldın mı, “evimi özledim, dönsek mi artık…” dedirten bir bağımlılık. Ne garip… “Evim” kavramının yer değiştirmesi… ve hatta kıta değiştirmesi!
10 sene oldu geleli. Neler oldu neler hepsini anlatacağım yavaş yavaş. Çok mutlu, çok mutsuz, çok hasretli, çok kavuşmalı, kaybedip, kaybedip yeniden bulmalı bir 10 sene. Bazen artık ne oraya, ne buraya ait olmadığımı hissedip korkular yaşadığım, bazen “dünya vatandaşıyım artık herhalde” deyip dünyayı avucumun içinde düşündüğüm, bol bol arafa düştüğüm 10 yıl.
Bütün bu kişisel ve içsel hengamenin içinde anne olmayı öğrendim bir de… İşte o kısmı muazzam! Anneliğin ne alakası var bu anlattıklarınla diyebilirsiniz. Demeyin! Hepimizin birer hayatı, o hayatların içinde binbir derdi ya da mutluluğu, çözdüğü çözemediği dünya işleri var. Bütün bunların arasında belki de gerçekten elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığımız tek konu; ebeveynlik. Ben sizlerle bunu paylaşacağım işte. Amerika’da, Amerikalı bir babayla Türk bir annenin evinde büyüyen ve şu an 10 yaşında olan oğlum Lorenzo’yla olan maceralarım. Macera diyorum adına çünkü çok uluslu, çok kültürlü bir çocuk yetiştirmek gerçek bir maceraymış.
Yaşadığımız eğlenceli, gülmeceli, korkutucu, düşündürücü, öğretici, tatlış mı tatlış anıları paylaşmak istiyorum sizlerle. Pedagog falan değilim, bilmişlik de yapmayacağım, söz! Sadece göçmen bir annenin oğlunu nasıl büyütmeye çalıştığını, hatalarını, başardıklarını, yenildiklerini, boşverdiklerini, önemsediklerini okuyacaksınız. Hazır mısınız?
Göçmen Kuştan Anakaraya yazı dizisinin diğer bölümlerini okumak için tıklayın.