Bir kadın ve bir adam… Sevmişler birbirlerini besbelli. Dünyanın bir ucundan kalkmış gelmiş adam sanki onu bulmaya. Kader denen çark öyle muazzam işletmiş ki dişlilerini, bir sürü tesadüf- ya da tesadüf sanılan sebepli örgü- kesiştirmiş işte yolları ordan burdan döndürüp. Adam bulmuş, sevmiş, almış kadını. Almak dedimse öyle kolay olmamış tabi. Kadın Türk, geleneksever, herşey tam olsun ister.
Böyle Amerikan usulü afili, tek diz üstünde, tektaş kutusu açmalar falan olmuş olmasına da, içi öyle değil ki kadının. İstiyor ki alsın çikolatasını, çiçeğini, Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle istesin ailenin büyüğünden. Tuzlu kahveler içsin, kına gecesinde göbekler atılsın, gelin hamamları olsun, damada bohça hazırlansın… Oldu da, hepsi birbir oldu. Adam dedi ki “Bir yabancıyla evleniyorsun diye bir kız çocuğuyken bile hayali kurulan şeylerden vazgeçmek zorunda değilsin. Yapacağız hepsini!” Dünyalar kadının oldu tabi, ne güzel seviyordu bu adam böyle…
Tabi adam ne bilsin Türk adetlerinin dipsiz bir kuyu olduğunu, bir yaptıkça arkasından bin geleceğini. Verdiği bu sözden daha sonraları pişman oldu mu bilinmez, ama hakkını yemeyelim iyi idare etti. Düğünde yiyip içip eğleneceğini, sevdiği kadının artık eşi olmasını kutlayacağını falan sanırken gece boyunca yüzlerce davetliyi tek tek öpüp koklayacağını hesap edemedi mesela. Annemin teyzesinin ikinci göbekten kuzeninin eşiyle karşılıklı zeybek oynaması gerektiğini nerden bilsindi?
Çok ayıp olur diye anneannemin bütün arkadaşlarının ellerini öpmek zorunda kalmasını, İngilizce bilmeyen eş dost ve akrabanın bağıra çağıra, sırtına vura vura anlattıkları hikayeleri gülümseyerek dinlemesini, düğün arabasının önünü kesen çocuklara önce çemkirip sonra güzel güzel para vermesini saymazsak herşey pürüzsüz ilerledi diyebiliriz.
Sonra tabi evde düğün yemeği davetleri, her hafta ağır misafir ağırlamalar falan derken, bu adam yılıp da artık beni boşar mı acaba diye düşünürken Allah’tan gelen giden hafifledi de izdivacımızı kurtardık. Zaten artık öyle bir yerdeydi ki muhtemelen kafaca, “Buraya kadar geldik, bunca şeye göğüs gerdim, bu level’a kadar ilerledim, daha ne olabilir ki!” diye düşünüyordu. Ta ki evimiz bir bebek haberiyle şenlenene kadar! Bebek geliyordu ve tabi örf ve adetleri de!
Hamilelik, bebek alışverişi, evin hazırlanması falan sorunsuz ilerledik. Arada anneannemin benim bebekliğimden sakladığı, “Bunu bebeğinize kullanacaksınız!” diye süslü minik hurçlarda getirdiği bebek bohçaları, kapıcımızın karısının örüp hediye ettiği, her Türk bebeğinin olmazsa olmazı, adeta bir varlık nişanesi yün yeleği, her Türk annesinin kendini sorumlu tuttuğu gönüllü taze anne adayını bilgilendirme ve biliçlendirme çalışmaları damadın gözünü korkutsa da, olan olmuştu artık. Paşa oğlumuz çıkmıştı yola geliyordu, ikametgahımız da hala İzmir’di… Artık ne olacaksa olsundu!
Derken oğlumuz tüm ihitişamıyla giriş yaptı iki kaplı hana. Sağlığı yerinde, nur topu mübarek. Biraz fazla ağlangaçlı geldi, uyku falan kalmadı ama olsundu, bizden mutlusu yok! Derken başladı bebek ziyaretleri…Üç gün, beş gün, bir hafta, bir ay… Bitmiyordu, misafirin sonu gelmiyordu sayın seyirciler! Sağolsun eş, dost yalnız bırakmıyordu ama azıcık da yalnız mı bıraksalardı artık acaba?
Bir Pazar sabahı, saat 8.30, kapı çaldı. Anneannemin en yakın üç arkadaşı… Bebek görmeye gelmişler… Buyur ettim tabi, sağolsunlar koca koca kadıncağızlar, torun çocuğu görmeye gelmişler. Ellerinde büyümüşüm tontişlerin, başımın üstünde yerleri var da, Pazar sabahı saat 8.30…
Damat sesleri duyunca içerden bir gözü açık, bir gözü kapalı sallana sallana, özellikle 70 yaş üstü misafirlerimiz için hiç de uygun olmayan bir kostümle salona giriş yaptı. Türk olmadığından “Yuh artık bu ne yaa!” diyemese de ona benzer İngilizce birşeyler geveleyip, feci sinirli odasına geri döndü. Beni de seri bir kafa hareketiyle içeri çağırdı. Arkasından kös kös gittim tabi suçlu çocuklar gibi. Dedi ki “Bak balım, bu böyle olmaz!” Haklıydı, ben balıydım ama bu hakikaten böyle olmazdı, bu düzene bir dur denmeliydi. Yabancı damat bu oyunu bozardı!
Tontiş teyzelerime ayıp oldu biraz tabi ama toparladık. Sonra da Amerikan usulü randevulu ziyaret sistemine geçtik. Bozulan kırılan olursa da suçu yabancı damada attık! Sorun el birliğiyle çözülmüştü… Şimdilik…
Bu evliliğimizde yaşayacağımız onlarca kültür farkından sadece biriydi. Çocuğumuzu büyütürken de, hayatla mücadele ederken de sürüsüyle farklılıkla karşılaştık, karşılaşıyoruz. Dezavantajları avantaja çevirmeye çalışıp durumu kotarmaktan, farklı bakış açılarıyla şenlenmekten başka yol yok. Geçinmeye gönlün varsa bir yol mutlaka bulunur çünkü. Evlilikte de, dostlukta da, insanlıkta da… Yeter ki gönlünüz olsun!
Hepinize harika bir hafta dilerim!
Göçmen Kuştan Anakaraya yazı dizisinin diğer bölümlerini okumak için tıklayın.