Bir süredir iple çektiğim Kanada gezisi sonunda geldi. Dallas üzerinden yaptığımız aktarmayla beraber 9 saat süren uçuştan sonra Vancouver’dayız.
Havaalanında indiğimiz kapıda, Kanada yerlisi kızılderililerin kültürünü yansıtan büyük bir kuş karşıladı bizi. Hetux adındaki gökgürültüsü kuşu (Thunderbird), kendisi de First Nations adı verilen Kanada yerlilerinden olan Connie Watts adlı bir sanatçı tarafından, Baltık huş ağacı ve alüminyum kullanılarak yapılmış. Kuşun üzerine kazınmış olan hayvan, ay ve güneş figürleri büyükannesinin ruhunu temsil ediyormuş.
20 dakikalık bir taksi yolculuğundan sonra otelimize ulaştık. Eşyalarımızı odaya yerleştirirken Can rahatlayarak uykuya daldı. Odamızın pencerisini açtığımda mükemmel bir şehir merkezi manzarasıyla karşılaştım.
Bugün Kuzey’in toplantısı olmadığı için şehri keşfetmeye karar verdik. Birgün önceden kısa bir araştırma yaparak, görülmeye değer yerleri belirlemiştim. İlk hedefimiz, şehir merkezinin gözde caddelerinden Robson’u arşınlayarak Stanley Park adı verilen kocaman bir parka ulaşmak. Robson caddesi yan yana mağazaları ve restoranlarıyla gerçekten görülmeye değer. Caddenin sonuna doğru mağazalar azalıp, apartmanlar başlıyor. Nihayetinde kendimizi harika bir parkta bulduk.
Parktaki kayıp gölcük (Lost Lagoon) insana huzur veriyordu. Tam önümüzde doğal ortamında bir kuğunun nazlı nazlı yüzdüğünü fark ettik.
Ağaçların güzelliğini anlatmak için kelimeler yetmez. Yeşilin her tonu ağaçların üzerinde, baharla beraber patlamış pembe, beyaz, kırmızı çiçekler… İnsanlar gölün çevresinde spor yapıyor. Bu parkın tam kenarındaki apartmanda oturanlar çok şanslı diye düşündük. Her mevsimde görülmeye değer, insanın içini açan bir güzelliğe bakıyorlar.
Biraz soluklanmak için gölün kenarındaki bir banka oturduk.
Can da bu arada etraftaki kuşları dikkatle inceleyerek bayağı eğlendi.
Stanley Park’ın içinde çok meşhur bir restorana rezervasyonumuz vardı. The Tea House adlı bu restoran, seyahatlere çıkmadan önce mutlaka göz gezdirdiğim Trip Advisor isimli seyahat yorumları websitesinin restoranlar bölümünde bir numara. Rezervasyonumuzu kaçırmamak için parkta yürüyüşe devam ettik. Doğa harikası çiçekleri bol bol fotoğrafladık.
Az ileride, ufak bir gölcüğün yanından geçerken, gagasına kocaman bir ekmek almış olan martı gözümden kaçmadı. Belki de ekmek aslanın değil martının ağzında 🙂
Bu da çimenlerde tavuk gibi otlayan bir ördekçik…
Kısa bir yürüyüşle English Bay adı verilen sahile çıktık. Sol tarafa baktığımda Burrard Köprüsü’nü de içeren hoş bir şehir manzarasını fotoğrafladım.
Hava azıcık rüzgarlı olmasına rağmen, sahilde yaptığımız yürüyüş çok keyifliydi. The Tea House’a varmak için sahilden yukarıya çıkan merdivenleri kullandık. Ancak elimizde Can’ın bebek arabası olduğu için bu çıkış biraz zorlu oldu. Nihayet The Tea House’dayız. Manzara muhteşem.
Oturduğumuz bölümün tepesinde camdan bir kubbe var. Yemeklerimizi beklerken kafamı kaldırınca çok şirin bir tabloyla karşılaştım.
Karnımız ufaktan zil çalarken yemeklerimiz geldi. Kuzey somonlu pizza (salmon flatbread) yedi, ben de balık ve patates (fish&chips) yedim.
Can bebeğim de görünümleri iştah açan buharda pişmiş sebzeleri götürdü. Tabii annesinin balığından da tadmayı ihmal etmedi.
Batmakta olan güneşin ışıl ışıl parlattığı deniz manzarasına bakıp yemeklerimizi yerken, “buraya Can doğmadan önce gelseydik, pek bir romantik tatil olabilirdi” diye düşündüm. Ancak minik oğlum turuncu bir havuç parçasını tavşan gibi dişleyip, bize ağız dolusu gülümseyince, “üç kişilik ailemizin herşeyden daha güzel olduğuna” karar verdim.
Yemekten sonra hızla otelimize döndük. Karnımız tok ve mutlu, yorgunluktan mışıl mışıl uyuyakaldık…