İtiraf ediyorum: Bünyem doğayla haşır-neşir olmak istiyormuş arkadaşlar… Masmavi bir gökyüzünün altında, yeşilin en yeşilini görmek, göl kenarında oturup ışıldayan suya bakarak ruhumun pilini doldurmak, bileklerime kadar çimenlere batarak yürümek ve hatta paçalarıma saplanan yabani otları bile okşayarak, sevgiyle ayıklamak istiyormuş şehirli bedenim… Bu haftasonu bunların hepsini yapmaya fırsat bulduğum için pek bir bahtiyarım!
Kasım ayına gelmiş olmamıza rağmen havaların güzel gitmesi, dışarıda yapılacak aktiviteler için bize ilham verdi. Arkadaşlar arasında ne zamandır konuştuğumuz pikniği Cumartesi günü yapmaya karar verdik. Mekanımız komşu şehirde oturan Ahmet ve Tülay’ın seçtiği bir park olacak. Kendileri de o parka henüz gitmemişler, o yüzden ortam tamamen sürpriz. Eh ben de sürprizlere bayılırım!
Birkaç gün önceden Kuzey’e menüyü sordum. Detayların hepsi netleşmemesine rağmen, ana yemeğimiz Burcu ve Ümit’in getireceği sucuk-ekmekmiş. Mmm! Harika! Ahmet’ler de köfte getireceklermiş. Oh! oh! Biz de peynirli börek yapmaya karar verdik. Piknik öğlen sularında başlayacaktı. Park evimizden 1,30 saat uzaklıkta olduğundan, sabah kahvaltısını ve bebekle bir yere gitmenin getirdiği hazırlıkları da hesaba katarak, kendimi sıkıştırmayayım dedim. Böreği bir gece önceden pişirdim. İyiki öyle yapmışım. Sabah erkenden kalkmamıza rağmen, yiyecekler-içecekler, Can’ın mamaları, Can’ın ekstra kıyafetleri, oyuncakları falan derken hesapladığımız saatten 1 saat sonra yola çıkabildik. Artık “çocuklu ailelerin neden tüm toplantılara geç kaldığını” gayet iyi anlıyorum. Geçmişte çocuklu yaşama dair eleştirdiğim şeyler bir bir başıma geliyor. Demek ki büyük konuşmamak gerekmiş 🙂
Yolculuğumuz çok keyifliydi. Özellikle yolun son kısmında otobandan ayrılıp, park bölgesine girdiğimizde tırmandığımız küçük tepe ve virajlı yollar bize ülkemizi anımsattı. Kendimizi bir anda Akdeniz kıyılarında seyahate çıkmış gibi hissettik. Şu anda Türkiye’de olsaydık şunu yapardık, bunu yapardık diye konuştuk…
Nihayet parka vardığımızda, yüce ağaçların gölgelediği, göle bakan, harika bir manzarayla karşılaştık:
Denize, göle, nehire kısaca her türlü suya oldum olası düşkün bir insanım. Ancak ağaca düşkün olduğumu bilmiyordum. Türkiye’de yaşadığımız bunca sene boyunca bunu fark edemeyip, büyükşehir yaşantısından ayrılınca ağaçları ne kadar çok sevdiğimi anlamak çok ilginç olmuştu. Amerika’da ilk yaşadığımız yer olan Florida, ağaç ve bitki örtüsü yönünden çok zengindi. Şehir içinde bile çoğu yerde uzun ve kadim ağaçlar yüzünden binaları göremezdiniz. Şimdi oturduğumuz şehirde doğa biraz daha çıplak. Bitki örtüsü Akdeniz ikliminde görülen bodur ağaçlardan ve makilerden ibaret. Bu nedenle piknik alanında kimisi yemyeşil, kimisi de mevsim değişikliğinden ötürü yapraklarını dökmeye başlamış kocaman ağaçları görmek benim için harika bir sürpriz oldu.
Alana vardığımızda arkadaşlarımız mangalı çoktan yakıp, sucukları kızartmaya başlamışlardı. Umarım uygunsuz bir zamanda canınızı çektirmiyorumdur, ama, şu tabağın güzelliğine bakar mısınız? Yemekler mi daha güzel, yoksa açık havada göle bakarak mı yemek yemek daha güzel bilemedim. Utanmadan tabak-tabak yiyerek göbeğime yeni katmanlar ekledim.
Yemek sırasında arkadaşlarla sohbet ederken, gölün kenarındaki bazı evlerin milyon dolarlık olduğunu öğrendim. Tabii muzurum ya, hemen Kuzey’e seslendim: “Kocacığım, cebindeki bozuklukları çıkarır mısın? Şu karşıki ev çok hoşuma gitti de…” Ondan sonra piknik boyunca o ev, bizim ev olarak kaldı. Yok efendim yemekten sonra evimde çay demleyip arkadaşları çağıracakmışım da… Yok ben gölün karşı tarafından, arkadaşlar da bu tarafından yüzecek ve ortada buluşacakmışız da… Geyik üzerine geyik ürettik. Eee, zenginin malı fakirin çenesini yorarmış.
Can bey de göl manzarasına bakıp yemeklerini yerken pek bir keyiflendi. Bebek arabasında kaykılmalar, bir eliyle biberonu kafaya dikerken diğer elini kafasının altına koymalar falan. Bu çocuk kime çekti de böyle keyif adamı oldu anlayamadım…
Yemekten sonra bebişi babaya satarak, biz kızlar takımı göl kıyısında ufak bir yürüyüşe çıktık. Sohbet çok tatlıydı. Türkçe konuşmayı özlediğimi fark ettim. Akşamüstü güneşini yansıtan göl yüzeyinde, narin kuğuların salına salına yüzmesi gerçekten görülmeye değerdi.
Yürüyüşün sonlarına doğru hava hafifçe serinlemeye başladı. Uzaktan Kuzey ve Can’ın çimenlerin üzerinde koşturarak top oynadığını görmek bana büyük bir mutluluk verdi. Ancak her güzel şey gibi pikniğimizin de sonu gelmişti.
Eşyalarımızı topladıktan sonra son bir kere gökyüzüne baktım. Yemyeşil ağaçları, pamuk şeker kıvamındaki bulutları ve doğadan yayılan o müthiş kokuyu derin bir nefes alarak içime çektim. Arabamıza bindim. Kuzey marşa basarken, gördüklerimi sonsuza kadar saklamak istercesine sımsıkı gözlerimi kapadım…
2010 yazı ve Tom Brown Park ‘taki piknigimiz geldi aklıma ne güzel günlerdi. Yağmurun yağış saatini kovalayıp, Şansal’ın bu mangal illaki yapılacak demesi, elini yakması ve maalesef tam yemeğimizi yerken yağmurun başlaması 🙂
Yağmurlu hali bile çok güzeldi…
Aaah-ah! Ne güzel bir piknikti ve ne güzel bir tatildi. Sizleri bir daha ağırlayacağımız günleri iple çekiyoruz….
Tanlacıgım, aılece gittiğiniz piknik gezinize uzaktan katıldık biz de. Benzer duyguları yaşadık. Manzarayı yansıtan fotograflar o içten duyumların tanıklığını yapıyorlar… Hele son karedeki bulutlu ağaç, bir şiir gibi… Can’ın keyfine diyecek yok. Ne de olsa dedesine çekmiş… Can ve Kuzey’le mutluluğun, mutluluğunuz daim olsun…
Çok teşekkür ederiz babacığım. Keşke siz de yanımızda olsaydınız. Ama ilk geldiğinizde söz, sizi de götüreceğiz.
Selamlar, sevgiler
Tanlacim,vallahi fotograflari gorunce oraya isinlanasim geldi,harika!
Her gununuz boyle keyifle gecsin insallah! Dogada olmanin enerjisi de bi baska oluyor! Can’ in keyfine de diyecek yok, o aksam bi guzel uymustur muhakkak.
Sevgiler,selamlar!
Siz bize gelin. Beraber gidelim böyle bir pikniğe…