Gün boyu süren maratondan sonra Can’ı usulcacık yatağına yatırıyorum. Kuzey salondaki koltuğunda bir yandan televizyon izliyor, diğer yandan telefonuna göz atıyor. Evde bir sessizlik hakim. Demlediğim buruk çayı bardağıma doldurup, bilgisayarımın başına geçiyorum. Ekran açılırken oturduğum yerden kafamı hafifçe sağa çeviriyorum. Gece çoktan çökmüş. Sarılı-kırmızılı şehir ışıkları pencereme yansıyor. Arada bir geçen arabalar ve gökyüzünde nadiren göz kırpan uçaklardan başka bir hareket yok dışarıda. Perdeyi ve lambaları kapatıyorum. Masa-üstündeki ejderha şekilli simgeye tıklıyorum.
Çayımdan kocaman bir yudum alıp, kendimi yaşadığım şehrin merkezinde hayal ediyorum. Binalar, ışıklar, insanlar, yollar, trafik… Ruhumuzu görünmez zincirlerle bağlayan, modern yaşamın türlü halleri. Gözlerimi kapıyorum. Önce evler, mağazalar ve işyerleri ortadan yok oluyor. Sonra üzerinde irili-ufaklı arabalarla beraber asfalt yollar. Her daim koşuşturma içinde olan şehir insanları da birer birer silikleşmeye başlıyor.
Gözlerim hala kapalıyken, üzerimdeki basit pamuklu kıyafetin yerini kaba ve ağır bir kumaşın aldığını duyumsuyorum. Ayaklarımı bastığım yumuşak halı, sert bir kaya parçasına dönüşüyor. İçimi ürperten serin bir dağ havası yüzüme çarpıyor. Oturduğum koltuk yok olurken, hızla ayağa kalkıyorum. Gözlerimi açıyorum: Skyrim’deyim.
Tamriel’in kuzeyine düşüyor Skyrim. Yüce dağlar, zorlu tepeler ve çam ağaçlarıyla kaplı derin vadiler bölgeye karakterini veriyor. İkliminin kuzey illerine özgü, tanıdık bir sertliği var. Kimi yerlerde hafifçe atıştıran kar, tepelere çıkıldıkça yerini insanın içine işleyen tipiye bırakıyor. Pastoral coğrafyası ve bol yeşiliyle bir ortaçağ masalında yaşadığınızı zannettiren güney komşusu Cyrodill’den o kadar farklı ki Skyrim… İnsanları da bu sert tabiattan nasibini alıyor. Nord adı verilen, soğuğa dayanıklı ve savaşçı insan ırkının anayurdundayız. Ben de o ırkın tipik bir temsilcisiyim.
Üzerinde durduğum kaya parçasından sarp bir vadiye bakıyorum. İçinde somon balıklarının kaynaştığı nehir, birkaç metre aşağıda hızla akıyor. Çok ileride, tepeleri dumanlı ve karlı dağlar tüm heybetiyle ruhumu besliyor. Aromasını soğuğa dayanıklı rengarek çiçeklerden alan dağ havasını ciğerlerime çekiyorum. Küçük bir tavşan az ötemde zıplayarak kaçarken, gerçek yaşam iyice silikleşiyor. Sırtıma taktığım savaş baltam, elf sanatçılarının elimden çıkmış incelikli ama sağlam zırhım ve ayaklarımı sıcacık tutan kürklü botlarımla bir şehirden diğerine seyahat ediyorum.
İçinde yaşadığım çağda ülkem büyük bir kaosun içinde. Skyrim’in kralı Torygg, Windhelm şehrinin yöneticisi olan Ulfric Stormcloak tarafından bir düelloda öldürüldü. Ulfric, Skyrim’in içinde bulunduğu ve imparatorlukla yönetilen Tamriel’den ayrılmasını, bağımsızlığını kazanmasını istiyor. Skyrim’in diğer yöneticilerinin bazıları Ulfric’i, bazıları da imparatorluğu destekliyor. Bu nedenle ülke bir iç savaşın eşiğinde. Falcıların seneler önce öngördüğü üzere, bu karmaşa ortamı ejderhaların geri dönüşüne yol açacak.
Nitekim çeşitli şehirlerden ejderhaların görüldüğüne dair raporlar gelmeye başlıyor. Bundan bir süre önce basit bir suç yüzünden idam edilmek üzereyken, beni kurtaran da bir ejderha saldırısı olmuştu. Özgürlüğüme kavuştuktan sonra her zamanki mesleğime geri döndüm.
Mesleğimi size nasıl anlatabilirim? Kimilerine göre bir kahraman, kimilerine göre basit bir paralı asker sayılırım. Şehirden şehire dolaşıp ve karşıma çıkan fırsatları değerlendiriyorum. Skyrim’de yaşam koşulları oldukça zor. Buna rağmen bileğiniz kılıç tutuyorsa ve diliniz iş yapıyorsa kısa sürede zengin olmanız işten bile değil. Ziyaret ettiğim şehirlerde kimi zaman bir krala, kimi zaman bir büyücüye, kimi zaman da bir köylüye yardım ediyorum. Yaptığım işlerin karşılığında altın, mücevher ya da iyi bir silahla ödüllendiriyorum. Moral değerlerimi korumaya çalışmakla beraber, basit hırsızlıklar ve kapkaçlar hayatımın sıradan bir parçası. Görevlerim sırasında yoluma çıkan insan ya da yaratıklar, düşmanca bir tavır gösterdikleri takdirde, kılıcımın tadına bakmak zorunda kalıyor.
Ejderhaların kanını ve ruhunu taşıyan ve onların dilinden anlayan bir Dragonborn olduğumu yeni öğrendim. Oldukça sınırlı sayıda kişinin sahip olduğu bu özellik, aynı zamanda büyük bir sorumluluk getiriyor. Skyrim ejderhaların tehditi altında! Diğer işlerimin yanısıra, ejderhaları yok etmek görevi de bana düşüyor.
Bu sabah Markarth kentindeki bir göreve giderken geçtiğim dağ yolunda kurtların saldırısına uğradım. Değişik yönlerden saldıran üç kurdu halletmeme rağmen, çok kıymetli atımı kaybettim. Bu durum muhtemelen bana zaman kaybettirecek. Bu görevimde, Markarth kentindeki mağaranın derinliklerinde devam eden bir arkeolojik kazıyı yöneten büyücü Calcelmo’ya yardım ediyorum. Calcelmo arkeolojik kazıyı sekteye uğratan Nimhe isimli dev bir örümcekten şikayetçi. Kazı sahasına gidip Nimhe’yi yok etmemi istiyor. Teknoloji, mühendislik ve bilimle yoğrulmuş Dwemer kültürünün heybetli izlerini taşıyan kazı sahasına ulaştığımda beni karşılayan zehirli örümcek Nimhe’nin görünüşü içimi ürpertiyor.
Savaş baltamı ve büyü becelerilerimi kullandığım zorlu bir mücadeleden sonra Nimhe, örümcek cehennemini boyluyor. Calcelmo’ya geri dönüp müjdeyi veriyorum. Beni Dwemer Müzesi’nin anahtarıyla ödüllendiriyor. Kazı sahasında bulduğum altınlar da yanıma kar kalıyor.
Hava kararmaya başlarken Whiterun şehrinde bıraktığım küçük ama kullanışlı evim burnumda tütüyor.
Kapıyı açtığımda mutfağımın ortasında gürül gürül yanan ateşin sıcaklığı beni karşılıyor. Önce bir kap çorbayı yudumluyorum. Ardından sandalyeme kurulup, kütüphanemden seçtiğim “Wolf Queen” kitabını okuyorum.
Saatler ilerledikçe günün yorgunluğu üzerime çöküyor. Kahramanlar da yorulur öyle değil mi? Merdivenleri ağır ağır tırmanıp yatak odama yöneliyorum. Üzerimdeki ağır zırhı ve maceralarımdan elde ettiğim ganimetleri sandığıma yerleştirip, koyun postlarıyla bezeli tahta yatağıma uzanıyorum. Alt katta sönmekte olan ateşin çıtırtıları kulağıma gelirken, uyku tatlı-tatlı bedenimi kucaklıyor.
Aniden uzaklardan hafif bir ses duyuyorum: “Inga! Ingaaa!” O da ne? Bebek ağlamasının burada ne işi var? Yorgunluktan rüya görüyor olmalıyım. Ses gittikçe yükseliyor. “INGA-INGAAAAA!” Odamdaki eşyalar korkunç bir hızla dönmeye başlıyor. Renkler birbirine karışıyor. Bedenim gitgide ufalıyor. Skyrim silikleşirken, bir koltuğa oturduğumu ve ayaklarımın altında yumuşak bir halıya bastığımı duyumsuyorum. Gerçek dünyama geri döndüm. “INGA-INGAAAAA!” Oğlum Can süt istiyor. Bilgisayarı süratle kapatıp, mutfağa, biberon hazırlamaya koşuyorum.
Elimdeki ılık biberonla yatak odasına yönelirken, görevimi tamamlamış olmanın doyumuyla hafifçe gülümsüyorum. Hoşçakal Skyrim! Yarın akşam yine geleceğim…
Ne o yine oyunlarmı oynanmaya başladı.Helal olsun sana bu kadar işin arasında tebrikler.Öptüm.
Heheh! Can bey uyur, benim mesai başlar annecim :)))
Öncelikle bu yazıyı merhum Uriel Septim’e adadığını düşünüyorum. Onun gibi bir kral 100 yılda hatta 1000 yılda bir gelir..
Yazı bir harika olmuş. Bana da ilham verdi açıkçası. En kısa zamanda ben de Oblivion hakkında bir yazı yazacağım. Gerçekten de Role Playing oyunlarının insanı derinden etkilemesi gibi güzel bir yan etkisi var.. 🙂
Emeğine ellerine sağlık.
Martin Septim’in de ülke adına yaptığı fedakarlıkları unutmamak lazım 🙂 Oblivion hakkındaki yazını merakla bekliyorum. Bu arada Skyrim nasıl gidiyor? Kaçıncı levela geldin?